25 Aralık 2010

91

Bana "Nazlı yarim," derdin.


Vesikalı yarim.

24 Kasım 2010

Angora

aşkı öldürmek
aşığı öldürmekten daha zor.


olmamalıydı.

26 Ekim 2010

suburbia

eve döner ve geçmesini beklersin
ama neden hiç geçmeyecek bilir misin?
çünkü onunla tanıştığında kurnazın biriydi
ve sen kolayca kandın
tekboynuzun gözlerine bakan çocuk gibi
"gerçek olduğunu biliyordum"
hayatının en muhteşem yaz tatili.


büyümeyen çocuklar var
doğmayan çocuklar
ölmeyen çocuklar var biryerlerde
öldürmeyen çocuklar


hiç şaşmaz yine de.
iyi kötü büyür
kış gelince bütün çocuklar
derslerini almadan:
"gerçekten kurnaz olanlar
hiç gerçek olamazlar."

23 Ekim 2010

karizma

kanser de bir hastalık
yakalanırsın
yerleştiği hücreleri öldürür
yayıldıkça yayılır
yayıldıkça öldürür.

aşk da bir hastalık işte.
o yüzden çok sevilince değil
çok sevince ölüyoruz.
ufak dediğin his büyüyor.
ölüyorsun.
ufaktan.
sinsice.

aşk da bir hastalık.
yakalanırsın,
ölürsün.

yakalanmazsın,
insanlık hali,
yine ölürsün.

aynı yere varacaksan,
ya kestirmeden gideceksin
ya yolu uzatıp sürüneceksin.


"ama kanser çok daha karizmatik."

13 Ekim 2010

İmitasyon

resimlerini çiziyorum
saatlerdir,
ardı ardına
onlarca.

Yüzünü unutmayayım diye.

Onlarca portre
bir tane sen yok içinde.

8 Ağustos 2010

borderline

işlerin kötüye gitmesinde şiirsel bir güzellik vardır. kötüye gitmesi derken, sabah erken uyanmanızdan veya beklediğiniz mesajın gelmek bilmemesinden bahsetmiyorum. KÖTÜ, diyorum, bu sözcüğü yazdığım gibi okuyabilmeniz için onu tanımanız gerekir. işler iyi değilse siz de iyi değilsinizdir mesela, ama işler kötüyse, gerçekten kötüyse siz müthiş hissedersiniz. çünkü BİLİRSİNİZ ki daha kötü diye bir şey yoktur. DAHA KÖTÜ sizin kaldıramayacağınız bir şey değildir. daha kötü, artık en fazla tanığınız olabilir sizin, düşmanınız asla.

1 Ağustos 2010

tespit

aşk hakkında yazmak kolay
hakkını vererek
aşkı yaşamak zor

wilde haklıymış,
yine.

şairler yaşayamadıklarını yazınca güzel.

19 Temmuz 2010

turbo

hepimiz gibi
bir burnu var
iki kulağı
ama kırmızı işte.

kurtulamaz garibim
kendisini boyasa
gölgesi kızıl kalır
biliyor o da.

anlatabilirim.
anlamayabilir.
çünkü biliyorum
kızıl olmak da zor
kırmızı olmak da.

denk

ne kadar kötü
hakkında yazamayacak kadar aşık olmak
ne kadar da güzel aynı zamanda.

denedim
ama anlatamayacak kadar
bakamayacak kadar
kapıldım işte.

belki de daha fenası
hakkında yazamayacağın
birine aşık olmak
sararırcasına

sararanı
koparırcasına

denemek yok
sadece
yanılmak var
o kadar.

3 Temmuz 2010

az pişmiş lütfen

şair olmasına rağmen iyi ahçıydı
ya da
ahçı olmasına rağmen iyi şairdi mi demeliyim
dört gün
ya da
üç dakika süren
yavşak bir cennet

bir kez bakar beş kez öperdi
isterdim ki
beş kez baksın
sonra öpse de olur
öpmese de.

aşksiyon

Aşk kalmadı artık diyorlar
ne biçim yanılıyorlar.
O her zaman vardı,
beş yıl önce
dün gece
şimdi de var.

fakat ona karşı işleyen bir şeylerin olduğu da
yalan değil hani.

otoyoldaki sincap gibi
Aşk. Aşk. Aşk'ımız.
binlerce arabaya
karşı duran
-cahil cesareti-
küçük bir düzlemde
büyük bir yürek

sincabı kim öldürecek?
sincabı kim öldürecek?

bir mercedes isterim
herkese yakışır
veya kırmızı bir tır
penceresinde oynayan kafalar

benim için fark eder etmesine
ama
acaba
sincap için farkeder mi
ışığı söndükten sonra
bütün arabaların altı
bütün katillerin eli
aynı değil mi?

19 Mayıs 2010

İki Elma

Evde olduğunu gördüm ya, paranoyam başladı yine, sormam lazım. Yolunu ezberlediğim evde, duvarlarını ezberlediğim odada ışık bir tek senin üzerine mi düşüyor? Belki de onunlasın. Belki de bizim hep yaptığımız gibi, kötü bir film izliyorsunuz ve sonunu bulamadan birbirinizi bulacaksınız. Belki bana dinlettiğin şarkıları ona da dinletiyorsun şimdi, ikimizi ölçüyorsun, yavaşça. Evde olduğunu gördüm ya, sormam lazım. Yalnız olduğunu bilmem lazım ki içimi bir karaltı kaplamasın. Bilmem lazım çocuk, yalnız olman lazım. Benim başlatmam gerek oyunu: "Napıyorsun?" Ve senin de beni öldürmekle başlaman gerek söze, "Seks." "Yakışır." Yakışır tabii, sikinin ucunu düşün sen, burada seni düşünen biri var ne de olsa. Hiç sormayacaksın umursamayacaksın ya, bana "Ben de seks yapıyorum ulan!" dedirtmeyeceksin ya, Allah belanı versin. Umurumda değil, beter, beter ol. Beni bıraktığın halden beter ol.
Patronun "Sevgilim olur musun?" dedi bugun bana. Ne desem bilemedim. 'Onun' sevgilisi olamazsam kimin sevgilisi olduğumun ne önemi var diyemedim. Saatlerce senden konuşmuştum oysa, oturduğumuz bar tuvaletin kapısına bakıyordu, koduğumun tuvaletinde bile sevişmişiz ya seninle, daha ne diyeyim. Gözlerim tuvaletin kapısında, aklım aynaya sol elini koyuşunda, saatlerce senden bahsettim ben o gece. Ertesi gün konuştu benimle. Seninleyken attığım çığlıkları duyan adam bile beni isteyebiliyorsa, sevgilim, sanırım çok zaman geçti üzerimizden bizim. Bense hala ellerini düşünüyorum, her yerini unutsam elini unutmam diye düşünüyorum. Belki de ellerini senden çok seviyorumdur?
Öyle ya, beni ilk öptüğün gün ellerin belimde değil miydi? Beni kendine çeken ellerin değil miydi? Sağ elimi içine alan sol elin değil miydi? Solak kaldım o günden beri. Hepsi senin ellerin yüzündendi. Kocaman ellerin. O vahşi beyninden çıkanları somutlayan. O bayıldığım resimleri yapan ellerindi senin. Dövmelerini ezbere bildiğim. Kahraman ellerin. Göğsüme dalıp kalbimi alan hırsız ellerin. İlk beraber olduğumuzda başrolu oynayan gezgin ellerin. Düştüğüm zaman (düz yolda yürüyemem bilirsin, topukluyla belki.) beni ayağa kaldıran da ellerindi işte. Biliyorum. Ben senden çok o canım ellerini sevdim. O yüzden belki, seni onunla gördüğümde hiç canım acımadı ama, o güzelim elini öpüşürken onun yüzüne koymuşsun ya, işte o fotoğrafı gördüğümden beri can kalmadı bende. Sağ elin boynunda, sol elin yanağında, dudağın dudağında. Ben neredeyim soran yok.
Bak iki ay olmuş beni bırakıp ona gideli. Herşeyi ona bırakıp benden gideli iki koca ay geçti. Hala dün gibisin. Ne kızgınlığım geçti, ne özlemimi giderebildim. Ne yaptın bana çocuk? Ne yapıyosun? O güzel ellerine yazıktır, yapma. Döndüğünde benden bir şey bulamayacaksın bak. Ne kalacak sanıyorsun? Seni ne benimle ne başkasıyla düşünemezken, ne kalacaktı ki benden? Böyle apar topar nereye çocuk? Sen değil misin çocukluğu ağaçların üzerinde geçen, nerede hani tepelerden görünen gökyüzü şimdi? Senin yüzünden bulutlara bakamıyorum artık. Ağaçlara tahammülüm yok. Oysa, canlılardan bir tek ağaçları severim ben. "Senin bir tek ağaçlara yaklaşımın romantik." demiştin de ağaçlar kıskanmıştı seni, geç çiçek açmışlardı hani. Yalan oldu onlar. Her ağaç odun artık. Her ağaç biraz sensin benim için. Bakamıyorum. Ağaçlara tırmanan da sen değilsin artık benim için, ellerin.
İstemem onları da artık. Gördüm ya, bakmaya doyamadığım ellerin bir başkasının boynunda hala güzel, ben o elleri neyleyim? Senden ne kaldıysa gidiyor işte. Adam gibi gidemedin benden, taksit taksit, kanırtarak, tadını alabildiğine gidiyorsun, yavaşça, parça parça. Öldürür gibi değil, işkence eder gibi. Benim ölüm işine yaramaz değil mi? Ama acıdan kıvranan bedenimi hala yatağa atabilirsin. Hala "Daha ne kadar acıtırım?" diyebilirsin bana, deneyin olabilirim hala. Nefes aldığım sürece geri gelebilirsin öyleyse, sefillikse sefillik. Fakat ben seni geri ister miyim çocuk? Nasıl sevdiysem öyle vurdun bana, hiç sekmedi. Neyini istediysem başkasına verdin. Neyimi verdiysem üzerinde tepindin. Bana mısın demedim. Aşk, kör olduğu kadar sağır bir arkadaş. "Git." dedin üzerine basa basa, gitmedim. Gitmezdim de. Seni bilerek geldim ben. "Kalpsizsin sevgilim." diyerek öptüm seni. İnsan ne zaman kalpsiz olur? Karşısındakinin kalbini kırdığı zaman, ona kendi kalbini vermek zorunda kalınca. Kalbini kime verdin bilmiyorum çocuk, ama benim ellerim boş kaldı.
Gökten iki elma düştü ya, biri sana, biri ona. Bana düşen de ellerini elmadan bile kıskanmak oldu.
Allah seni kahretsin. Tuzağına düştüğüm için beter olayım. İstemiyorum seni de, başkasıyla sevişmeni de. Sen de aynı değil misin? Beni çağırmazsın ama başkasıyla görsen kavga çıkarırsın hep. Bayılırım seni kavgada görmeye. Yüzüne bir parça renk gelir. Hep sarhoşken beni sevdiğini söylersin. Ayıkken yalanlarsın. Bayılırım seni sarhoş görmeye. Hiç değişmemişiz gibi gelir. Sen, fil yerine beni yutan yılan. Esasen ne beni seviyorsun, ne onu. Biliyorum. Ama bana kastın mı var çocuk, ne yaptım sana ben? Aptallıktan başka ne yaptım senin hayatında kalarak? Ne diye acıtırsın canımı? Seni hayatıma alarak ne yaptım ben? Beni hayatından çıkarttın, hayatımı benden.
Sen de değil, hırsız ellerin.
Seni unuturum unutmasına ama, onları ne yapacağız?

16 Mayıs 2010

12 Mayıs

Nişantaşında, minik, tek kişilik bir evdeyim. Tasarım duvar kağıtları, bit pazarından tanesi iki liraya alınmış oyuncakları ile neredeyse minimal bir ev. Havada yoğun bir ot kokusu. Herkes farkedemez. Ben esrar veya sigara kullanmam, o yüzden duman dedektörü gibiyimdir. Ev sahibi ve en yakın arkadaşım, yani odada benden başka kim varsa artık, dumanın kaynağı oldukları için mi yoksa konuşmaya daldıkları için mi bilemem, dumanaltı olsak yine de farketmeyecekler. Bense en ufak bir değişimden bile etkileceneğim. Her zamanki gibi.

“Garip görünüyorsun.” der gibi bakıyor Pınar bana. 5 yıllık fazla mesaisinden ötürü tüm ruh hallerimi yüzümden okur. Haklı. Garip görünüyorum. Garip hissediyorum. Havadaki sukuneti gözlemliyorum. Ve çok, ama çok garip hissediyorum. Çünkü burası “o ev.” Yirmi gün önce sabah ezanı okunurken kapıyı çarpıp çıktığım ev. “Gitme” demiştin bana, “Beni en iyi sen tanıyorsun.” Tam da bu sebeple terkettiğim ev burası. “Bir daha dönmem” diye yemin etmiştim, sahi, sen miydin dönmeyeceğim yoksa ev mi? Unuttum gitti.

Ev sahibi telefonda seninle konuşuyor, anladım mı, dinliyor muyum diye sıkıntılı, belli. Ne adım geçiyor, ne adın. Ama biliyorum. Dinlemiyorum artık, anladım anlayacağımı. Oturduğum koltuğa dönüyor dikkatim. Hoş, gözüm kapalı eksiksiz tarif edebilirim bu koltuğu. Öyle seviştik biz, son defa olduğunun bilincinde, taşa, duvara, aklımıza kazır gibi. Şimdi sen yoksun ya, herşey yerli yerinde mi diye bakıyorum aslında. Bembeyaz, deri bir koltuk işte. Hemen her mobilyacıda mevcut. Üzerimizdeki bej battaniye kenarda katlı duruyor, semt pazarında bile var. Yanımda tek kişilik bir yeşil yastık, her yalnız evden hatırlarsınız. Öylesine bir koltuk. Uzun ince. Senin gibi. Ama sıradan değil asla. Minderinin kıvrımları, yastığın kokusu var.

Arkadaşlarım beni çoktan dışladılar, bizim yüzeysel dostluklarımız suskunlukları kaldırmaz. Yastığa yüzümü gömebilmek için fırsattan faydalanıyorum. Geçen sefer neresine kafamı koymuşsam o noktayı buluyorum. Senin yattığın tarafı arıyor burnum, hep o tarafta yatarsın. Dün gece de orada uyumuşsun belli, kokun anlatıyor. Son bıraktığım halini düşlüyorum, profilin yastık yüzünde hemen ortaya çıkıyor. Gülümsüyorum. Bana o yastıkta “Çünkü seni seviyorum.” dediğinde gülümsediğim gibi gülümsüyorum, sevgiyi nasıl da küçültmüştün, sarhoş söylenip sabah unutulacak hale getirmiştin. İnanmamıştım mecburen. (Sana inanmamak inanmaktan daha zor olmuştur her zaman.) Ama gülümsedim. Bundan sonra da kim bana “Seni seviyorum” derse güleceğim. Çünkü sen beni güldürmeyi seversin.

Gözlerim açık ama ben ve kokun, sen varmışsın gibi kör karanlıktayız. Baksam da göremem seni. Burnum yastığın Sen tarafında kalmak istiyor tüm gece, ama hayır, şeytan dürtüyor. Yastığın soluna kayıyorum, gerçekliğe, aşağılara doğru kayıyorum. Onun kokusu karşılıyor beni. Yabancı, ama içgüdümün beni önceden uyardığı kokusu. Dün gece ve aslında her gece burada, bizim koltuğumuzda, benim koltuğumda olanların kokusu. Çarpıyor. Nedense tam da böyle bir anda (tam da o yastığın üzerinde) geçen bir konuşmamız geliyor aklıma: “Neden sevgilini aldatıyorsun?” “Onu bu gece ilk kez seninle aldatıyorum.” En azından buna inanmak istiyor zayıf kalbim, güçlü egom kandı bile zaten. Ona aşık olmadığını, aşiret reisi ağabeyi veya kasalar dolusu parası yüzünden onunla olduğunu, ama beni istediğini düşünmek istiyorum. Sebebi sana olan zaafım veya “dünyanın en güzeli” diyerek övdüğün popom olsa bile. Bir gece, o gece beni tercih etmen beni tavlıyor. “Beni sevmediğini, tamam, bilmesine biliyorum ama bari bu bana bir üstünlük kazandırsa..” diye düşünüyorum. “Seni kazandıramasa da.” Seni kazanmak ne kelime? Tanıyorum seni. Mansiyonun ödülden çok daha cazip olduğunu biliyorum, veya kendimi avutuyorum, yazıktır.

Bir kol mesafesinde duran buruşmuş tuvalet kağıdına takılıyor gözüm. Yine o gece aynı yerde duran başka bir tuvalet kağıdı yığınına aynı şekilde baktığımı hatırlıyorum. “Öyle kötü bakma ona,” demiştin, “Doğmamış çocuklarım onlar.” Şimdi masanın üzerinde duran da aynı rulodan mı acaba? Onu da mı tükettin yoksa?

Sahi, sen miydin dönmeyeceğim, ev mi?

Unuttum gitti çoktan. Sen gibi.